31 Ekim 2009 Cumartesi

“Nalan GÜLER ve Kaatı Sanatı”

Uzun süredir planladığım fakat bir türlü vakit bulup yazamadığım bir paylaşımla sizlere merhaba demek istiyorum.

Hayatımızdaki kimi aksaklıklar bazen yapmayı planladığımız bir çok işe taş koyuyor. Bulduğumuz ilk fırsatta ise bunu yerine getirerek hafiflemek, duyulan en büyük haz haline dönüşüyor… Ben de bu keyfi şu an itibariyle yaşamaya başlayanlardanım.
Lafı çok uzatmadan o anlamlı soruyu sormak istiyorum size “Kaatı Sanatını Duydunuz mu?”



"Nalan GÜLER imzalı bir çalışma"

14. yüzyıldan bu yana yapılan geleneksel tasvir ve süsleme sanatlarımızdan olan Kaatı Sanatı, kağıt oymacılığı olarak ta tanımlanıyor. Kaatı sanatı bir sabır işidir. Hünerli ellerden nasibini alırsa eğer adına yaraşır bir hale bürünür. Hele ebru sanatıyla da birleşti mi bakmaya doyamazsınız… Detayları ve nasıl icra edildiğine dair en teşekküllüsünden bir tavsiyem olacak size…
İlk adım olarak, bu yolda büyük emek veren ve yaptıkları ile duyarlılığını, kişiliğindeki zarafetini olduğu gibi eserlerine aktaran birinin varlığından haberdar olarak başlayabilirsiniz; “Nalan GÜLER ve Kaatı Sanatı”


"Nalan GÜLER imzalı bir başka çalışma"

Günümüzde ona sahiplenen kimsesi yok gibi görünse de, Kaatı Sanatının çok güçlü bir koruyucusu var. Ellerindeki hünerle kağıda hayat veren, onu iki boyutlu bir düzlemden çekip, üçüncü boyutun en anlamlı haline dönüştüren Nalan GÜLER’i, daha doğrusu Nalan Ustası var…
Peki Nalan GÜLER kimdir?
Bu sanat bir çok zümre tarafından öyle yada böyle bir şekilde yaşatılmaya çalışılıyor olsa da yapacağınız en basit arama moturu taramasında karşınıza ilk çıkacak isimdir Nalan GÜLER… En büyük mücadelesi Kaatı Sanatının varlığından birilerini haberdar etmektir. Karşılıksız-çıkarsız, bıkmadan-usanmadan anlatır durur onu! Aslında sadece onu tanımanız bile yeter; onun hayatındaki her şeyi sevmeye… Naif kişiliği, cömert duruşu ve nezaketi, size ona dair her şeyi sevdirir. Mesela onu tanıyanların bir Mahmut amcası vardır artık ve hepsi Ankara’yı hiç görmemiş olsa bile sever…

Yıllarca emek verdiği öğretmenlik mesleği onu daha da yüceltir. Kim bilir kaç nesil ona bugün ki varlığını borçlu? Sayısız… Güzel Türkiye’min her köşesinde izi var Nalan Öğretmenimin! Yetiştirdiği öğrencileri onu her daim var ediyor. Bir yakı gibi çoğaldıkça çoğalıyor varlığı. Öğretmenliği, kutsal yapanda bu değil mi?

Nalan GÜLER’i tanımak , yaptıklarına yakından tanık olmak istiyorsanız burayı ziyaret edebilirsiniz…


"Nalan GÜLER imzalı bambaşka bir çalışma"

29 Ekim 2009 Perşembe

Prizim Yandı!

Evet efendim, yine-yeni-yeniden bir geri dönüşüm projesi ile sizlerle birlikteyim…





Dün akşam, duvardaki sabit prize takılı olan üçlü çoğaltıcı prizden garip sesler gelmeye başladı. Priz, çat-çıt-pıt-pat diye sakin sakin mırıldanırken; bu sesler kısa sürede, duman efektiyle bir show görünümü almaya başladı. “Anam yanıyoz” nidasıyla bu duruma müdahale etme ihtiyacı hissettim kendimde… Ve sonuç; artık elimde işe yaramayan bir çoklu priz var. İşe yaramaz hale gelen bu çoklu prizin akıbeti hakkında, bir çok insan “o artık çöp” demekten kendini alamaz herhalde. Ama söz konusu ben olunca durum değişiyor tabi… Kolları sıvadım ve işe koyuldum.
İlk iş, bir tornavida yardımı ile prizin içindeki düzeneği sökmekti. Nitekim söktüm de…









Prizin içindeki tüm parçaları çıkardıktan sonra, prizi tekrar vidalarını sıkarak kapadım.



Sırada ki iş prizi boyamaktı… Piyasada pigment boya olarak satılan, su bazlı kırmızı plastik boya ile önce bir kat boyadım ve kurumaya bıraktım. Tamamen kuruduktan sonra fırça izlerini yok etmek için ikinci katıda attım. Boya işlemim tamamlandı.







Bu haliyle çok sade duran prizime biraz hava katmak için belli yerlerini keten iple sardım. Ardından keçeli kalem ile üzerine çeşitli karalamalar yaptım. Ve işimi tamamlamış oldum.











Artık son aşamaya gelmiştim. Yani mumların yerleştirilmesine. Onları da priz yuvalarına yerleştirdim.
İşte sonuç;





Kağıt ağırlığı


Geçenlerde ıvırı zıvırı doldurduğum bir kutuyu karıştırırken, nerden geldiğini hatırlamadığım hatta varlığından bile haberdar olmadığım, eski terazilerde kullanılan 500 gr’lık tartı ağırlığı elime geçti(Gerçi hala çarşıda pazarda kullanılmakta).

Terazilerle alakalı olmadığımdan mütevellit bende bu ağırlığı daha makul bir işte kullanmaya karar verdim. Çalışma masamda notlarımı, faturalarımı vb. her türlü kağıdı, oraya buraya uçuşmamaları için bunun ağırlığı altında ezmeye karar verdim. Yeni bir şey üretmek değildi aslında bu! Sadece evimdeki ıvırın zıvırın kendilerini daha değerli hissetmelerini sağlamak için sosyal bir girişimdi…
:)
Bu gibi sosyal girişimleri herkese tavsiye ediyorum...




28 Ekim 2009 Çarşamba

Ateşli Nihale...

Akşam yemeğinden sonra şöyle demli bir çayla keyife keyif katmanın tadı başkadır. Yemek yenir ve koltuğa cömertçe yayılır. Demlenmiş bir bardak çayla daha da anlam kazanır yemek sonrası dakikalar. Bu dakikalarda çaydanlık mutfakta(soğumasın diye kısık ateşte fokurdar durur), sizse evin genelde mutfağa oldukça uzak bir yerinde ikamet edersiniz. Keyfiniz bir bardak çaydan sonra tazeleme işlemi için bölünür durur. Ardı arkası kesilmeyen otur kalk derdi başlamıştır artık… Bu dertten kurtulup, çaydanlığı hakimiyetiniz altına alabilmeniz için birkaç alternatif bulunmakta. Bu ihtiyacı karşılamak için alttan mumla ısının verildiği nihalelerden bahsediyorum. Piyasa da satılan bu nihaleleri mutlaka görmüşsünüzdür. Bende bu dertten muzdarip biri olarak, bozulmuş bir bilgisayarın power kutusunu değerlendirme yolunda emin adımlar attım.






Masaüstü bilgisayar kullanıcısı iseniz kasanınızın arkasını çevirip baktığınızda, elektrik gücü için kablo bağlantısının olduğu yeri hemen görürsünüz. Tabi böyle bir şey yapmak için gidip onu yerinden sökmeyin, mümkünse bozulmuşunu bulun. Bilgisayar donanımı ile uğraşan yerlerde çöpe atılan bu power kutusu bir rica ile sizin olabilir.



Gelelim bunu ateşli nihaleye nasıl dönüştüreceğimize.;
Bir tornavida yardımı ile içini tamamen boşalttığım metal kutuyu, yapışkanlı kağıtla kapladım.





Dar pencereler için üretilmiş, kullanmadığım bir bambu stor perdem vardı. Stor perdeden makasla kestiğim parçalar ile bu kutuyu, sıcak silikon yardımı ile kapladım ve nihalemi tamamladım.









Bundan sonra eksik olan tek şey bir mum. Onu da içine yerleştirdim ve ateşli nihalem kullanıma hazır…














20 Ekim 2009 Salı

Kağıdın Işıkla Bütünleştiği Bir Tasarım...

Hayatımızın hemen hemen her alanında kullandığımız kağıt, sanılanın aksine çok işlevli hale gettirilebiliyor aslında. Özellikle ev içi dekorasyonu için küçük hobi çalışmalarında oldukça elverişli bir malzeme. Kırtasiyeler ise size bu muazzam malzemeyi sunan ilk adres olma şerefini yaşıyorlar. Çevrenizdeki matbaalarda bu anlamda sizin için zengin bir kaynak olabiliyor. Yeni alınmış bir televizyonun ambalajı yada çöpün kenarında yığılıp kalmış karton kutular yaratılığınızla bütünleşerek size kendinizi ifade etme şansı verebilir. Bu konuda tamamen özgürsünüz ve kimseye de hesap vermek zorunda değilsiniz. Ha velevki herhangi biri şuurunu kaybedip, suratını buruşturarak  bu konuda size fikir beyan etme terbiyesizliğinde bulundu! Cevabı hazır; ben yaptım oldu, yiyosa sen yap!(Alternatifler üretilebilir tabi)




Nihayetinde amaç üretmek. Belki bir tuvalet kağıdı rulosu, belki de gazete yaprakları size kendinizi anlatma fırsatını verecek en olanaklı malzemedir. Kimbilir...

Bir uygulama ile bunu daha somut bir hale getirme kaygısına kapılarak size iftiharla bir örnek sunuyorum... Tabi bu iftihar, yapmış olmaktan değil paylaşmış olmaktan duyulan bir anatomiye sahip... Fotoğraflara ait alıntılar için buradan buyrun.






















ÇIĞLIĞIN SERÜVENİ

Neydi acaba Munch’a korkunun resmini yaptırtan şey? Yada bu çığlığın sebebi gerçekten korkumuydu? Ve buna benzer bir çok nasıl? Niçin? Aklında ki asıl sebebi neydi bilinmez ama söylenen Edvard MUNCH’un Paris’te Musee de L’Homme’da Peru’dan gelmiş bir İnka Mumyasını gördüğü ve bu mumyadan etkilendiğidir. İşte bu mumya çığlığın ilham kaynağı olmuştur.



Edvard MUNCH, 1891’de “Çığlık”ın ilk habercisi olan “Umutsuzluk” denemelerine başlar. Yaptığı ilk umutsuzluk denemesi kırmızı gökyüzünün misafir ettiği umutsuz bir figürden oluşur. Bir yıl sonra yaptığı ikinci umutsuzluk denemesinde, o kıpkırmızı gökyüzü gitmiş yerine grileşmiş, karamsar bir gökyüzü gelmiştir. Bu karamsar hava içinde adeta ölümü beklermişcesine öylece duran figürün umutsuzluğu da ikiye katlanmıştır. Anlaşılan Munch’ın giderek yoğunlaşan duyguları ve duyarlılığı, resimlerine yol göstermekten kendini hiç alamamıştı.

Munch, hayatı boyunca yaşadıklarının, hissettiklerinin resmini yaptı. İşte Munch’ın resimlerinin en önemli özelliği de budur. Yani resimleri ile anıları arasında en ufak bir fark yoktur. Daha küçücük bir çocukken önce annesinin, ardından ablasının ölümüne şahit olmuştu ve bununla birlikte çocukluğu boyunca geçirdiği bir çok hastalık… Bu olaylar onda unutulması zor izler bırakmıştı. Mutsuzluğun, hastalıkların, ölüm ve acıların kendilerini gösterdiği resimleri, bu içsel birikimin dışavurumudur.

Munch, “Çığlık”ın bir asır sonra, 1994 yılında Norveç’te bulunduğu Ulusal Galeri’den çalınacağını( Kısa bir süre sonra ele geçirilmiştir) ve gelecekten dünyanın en tanınan resimlerinden biri olacağını tahmin edebilir miydi bilinmez ama 1893’e gelindiğinde artık “Çığlık” yavaş yavaş tarihe adını yazdırmaya hazırlanıyordu bile! Yapılan bir çok denemenin ardından, resmin tam ortasında garip bir surat belirmeye başlamıştı; korkutucu ve çirkin!

Edvard MUNCH, bu garip suratın nedenine; Acı bir çığlığın, güzel olamayacağını, yaşamın yalnızca güzel yönlerini görmenin ikiyüzlülük olacağını söylemekle yanıt verebilirdi ancak…


Taş Baskısı

1895’te de taşbaskısıyla kendinden söz ettirecek olan “Çığlık” nihayet son halini almıştı.

Edvard MUNCH’ın “Çığlık” adını verdiği bu resim, ani bir heyecanın, tüm duygusal izlenimlerimizi nasıl değiştirebileceğini anlatmayı amaçlıyor. Bütün çizgiler resmin odak noktasına, yani çığlık atan başa doğru gidiyor gibi çarpıtılmış. Fal taşı gibi açılmış gözler ve oyuk yanaklar, kafatasını anımsatıyor. Korkunç bir şeyler olmuş mutlaka ve resmi daha da rahatsız edici yapan bu çığlığın nedenini hiçbir zaman bilemeyecek olmamız…

Methods...



İşediğin yeri Pisuvar diyerek geçme, tanı!

Marchell DUCHAMP (1887-1968), yaşadığı yüzyılda gelecekte olacaklardan habersiz, sanat adına geçirdiği düşünce karmaşasının sonucu olarak tepkisel bir yaklaşımda bulunmuştur. O Çağa egemen olan sanat anlayışına ve içinde barındırdığı bireysel üretime karşı radikal tavrını, aslında sanat yaparak koymuştur.


1917/1964. Readymade(Hazır madde):  23.5 x 18 cm, yükseklik; 60 cm.

Duchamp, dönem itibariyle yeni bir kavram anlayışını sergilediği bu karşı duruşta, olması gerekenden çok farklı bir bütün içinde sanatı eleştirmiştir. Tepkisini, varolan kuralların, yapılanların ve sanat yapmak için kullanılanların da ötesinde, kendine özgü farklı bir dilde ifade etmiştir. Sanayinin, hemen hemen hayatın her alanında kendini hissettirmeye başladığı bu sistem, sanatın bir parçası olmaya hazırlanıyordu. Fabrikaların, durmadan ürettiği seri üretim nesneleri[Pisuvar]ni imzalayıp, bunları o dönemde sanata dair yapılanların bulunduğu ortamlarda amacına yönelik kimlik kazanmaya doğru adım adım ilerletmiştir. Yaptığı bir protesto, olmasını istediği ise bu seri üretim nesnelerini farklı bir boyutta vücuda getirerek bireysel yaratıcılığı derinden yaralamaktı.


New York, 1964-1965
Sürekli değişim ve onun getirdiği gelişim sürecinde, bir bütüne doğru ilerleyen sanat, bu karşı duruşta yeni bir dönemecin başında soluk soluğa kalmıştır.
Duchamp’ın bu yaratısı bugünün şartlarında, alışılmışlığın etkisiyle; basit, belki de banal, o dönem içinse büyük bir olaydır. Ne yaptığına gelirsek; seçme ve temin etme konusunda pekte kendini zorlamadığı bir pisuvarın üzerine atılmış bir imza. Ama tüm bu basitliğin altında yatan zeka da kendini fazla gizleyememekte. Şöyle ki ; günlük hayata ki işlevinden başka, sanatla ilgili hiçbir alakası olmayan, hatta ucu bile dokunmayan bir pisuvara atılmış imzaya yüklenen anlamla asıl amaç şekillenmekte. Bu imza, sanat adına yapılan şeyin varolmasında başlıca etken olmuştur. İmzalı pisuvar, döneme ait sanat anlayışında öne çıkan bireysel yaratıcılığı protesto etme görevini üstlenmektedir. Bu karşı duruş, sanat üretisinin yada sanat adına yapılmış herşeyin niteliğinin imzadan daha değerli bir şey olmadığını ve sanat ortamında imzanın, yükşelişe geçmiş bir borsa hissesi gibi nasılda değer kazanmış olduğunu açık seçik ortaya koymaktadır. Ve sadece bununla kalmayıp sanat adına bir çok şeyi de radikal bir tavırla sorgulamaktadır.




Marcell DUCHAMP’ın sıradan bir ihtiyacı karşılamak amacıyla varedilmiş olan fabrikasyon üretisi ile bu imza birbirlerinden çok alakasız bir noktada buluşmuştur. Bu, sanatsal bir eser değil, mektubu adresine teslim etmek için görevlendirilmiş bir postacı ile hemen hemen aynı görevi üstlenen bir araç konumundadır. Bu durumu değerlendirmek aslında hiçte zor değildir. Duchamp’ın ortaya koyduğu bu ürün[kendi deyimiyle ready-made]ler, bir sanat eserinde olması gereken hiçbir plastik ögeye sahip değilken, taşıdığı anlam bakımından ise önemli bir varoluş sergiler.
Ready-made, ve sanat çalışmalarının birlikte yer aldığı sergiler arasındaki karşıtlık bu anlamı yeterince ortaya koymaktadır. İmzalanmış pisuvarın bir sanat galerisinde, plastik değer taşıyan sanat yapıtlarıyla birlikte sergilenmesi dikkatleri daha fazla üzerine çekmesine neden olmuştur.


May Ray and Marcel Duchamp satranç oynarken.

Sanatın durumlar karşısında, Mevlana’nın “Ne Olursan Ol Gel” sözüne anlamca çokta uzak olmayan tavrı, amacı bambaşka olan bu ready-made(hazır madde)leri müzede sergilenmeye değer bir hale getirmiş ve onları sanatın birer parçası yapmıştır. Tabi bu durum, Marcell DUCHAMP’ın “Neden Sanat?”, “Niye Sanat?” diye diye geçirdiği günlerine kahretmesine neden olur muydu bilinmez ama Duchamp artık yaptıkları ile provake edici olmaktan çıkıp sanatın ta kendisi olmaktan alı koyamamıştır kendini…


Methods...